Ülkemizde 2007 yılında yayımlanan ve hala yürürlükte bulunan, “Deprem Bölgelerinde Yapılacak Binalar Hakkındaki Yönetmeliğe” göre topraklarımızın %66’sı, nüfusumuzun %71’i, toplam belediyelerin %68’i, 1. Ve 2. Derece deprem bölgeleri içinde yer almaktadır. Eğer 3. Ve 4. Derece deprem bölgeleri de dikkate alınırsa, topraklarımızın yaklaşık %92’si deprem tehdidi altındadır.

1900’lü yıllardan bugüne kadar ülkemizde yaşanan depremlerde neredeyse 100.000 insanımız hayatını kaybetmiş, 250.000 insanımız yaralanmış, 600.000’den fazla yapı yıkılmış veya önemli ölçüde hasar görmüştür.

Depremin ülkemize verdiği maddi ve manevi hasar ortadadır. Bu gerçeklere rağmen gerekli tedbirlerin yeterince alınmadığı ve ilgili yerlerin konuyu yeterince önemsemediği resmi makamların çalışmalarında da açıkça görülmektedir.

Başbakanlık Proje Uygulama Birimi’nin 2000 yılı baz alınarak 2002 yılında hazırlatmış olduğu bir rapora göre, Türkiye’de bulunan konutların %62’sinin inşaat yapım ruhsatı bulunmakta, %38’inin ise inşaat yapım ruhsatı bulunmamaktadır. Yine yapılarımızın %33’ünün yapı kullanma izin belgesi olmasına karşın, %67’sinin ise yapı kullanma izin belgesi bulunmamaktadır.

Bütün bu gerçekler karşımızda dururken, imar ve yapılaşma konusundaki duruşumuz maalesef can sıkıcıdır. Çünkü Ülkemizde deprem dayanımı yetersiz mevcut yapı stokunun durumu, çok büyük bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.

Görüldüğü kadarıyla Türkiye’nin gelişmeye başladığı 1950 ve sonrası imar ve yapı katliamının başlangıcı olarak karşımıza çıkmaktadır. Sürekli olarak gündeme getirilen ve uygulamaya konulan gecekondu afları, bir yandan var olan gecekonduları yasal hale getirirken, diğer yandan ruhsatlı ancak imar planına aykırı yapıların üretimine çanak tutmuştur.

Doğal afetleri yeterince önemsemeyen yetkili makamlar her sıkıntıdan sonra sorunu sesli dile getirmişler ancak çözüm noktasında gerekli adımları atamamışlardır. Ancak bununla beraber, Ülkemizin dış borcu, bu aksaklıkların acil giderimi için sürekli artmıştır.

1984 yılında yapılan bina sayımında 8 milyon hane ve 5 milyon bina varken, hane ve bina sayısı 2000 yılında %60’lardan daha fazla artış göstermiştir. Bu artış nüfustan kaynaklanan ve ihtiyaç duyulan bir artış değildir, maalesef şehirleşmenin ve iç göçün bir sonucudur. Türkiye her geçen gün şehirleşen ancak nüfus artış oranı azalan bir ülke konumundadır.

Türkiye’de 1900 yılından bugüne hasar yapıcı 150’den fazla deprem meydana gelmiştir. Hafızalarımızdan yaşam boyu silemeyeceğimiz, 1999 yılında yaşadığımız 17 Ağustos depreminde can kaybı resmi rakamlara göre 17.479, yaralı sayısı 43.953 ve ağır hasar gören konut sayısı 66.441 olarak kayıtlara geçmiştir. 1967 Adapazarı Depremi, 1971 Bingöl Depremi, 1983 Erzurum Depremi, 1992 Erzincan Depremi, 1995 Dinar Depremi, 1998 Adana Ceyhan Depremi, 1999 Gölcük ve Düzce Depremleri ve 2003 yılı Bingöl Depremi, mevcut yapı stokunun deprem dayanımının yetersiz olduğunu ortaya çıkarmıştır.

Sadece deprem için değil tüm doğal afetler için bölge bölge risk düzeyi belirlenmelidir. Özellikle deprem söz konusu olunca yapı stokları ile ilgili çok ciddi çalışmaların yapılması gerekir.

Dilimizden düşürmediğimiz Avrupa Birliği’nin bu konudaki prensiplerinden şu ortaya çıkmaktadır: Sürdürülebilir kentsel gelişme ve yenileme için bazı hedeflere bağlı kalmayı zorunlu görmektedir. Bu hedefler:

 

  • Kasaba ve kentlerdeki ekonomik gelişmişlik ve istihdam imkânlarını artırmak,
  • Kentsel alanlarda eşitlik ve sosyal katılımı özendirmek,
  • Kentsel çevreyi korumak ve iyileştirmek,
  • İyi yönetime katkıda bulunmak,

 

Deprem bir ilin değil Ülkemizin problemidir. Bu nedenle sadece yerel çalışmalarla kesin çözüme ulaşılamayacağını söylemek yerinde olur. Ancak bu konuda yerel çalışmaların önemi, yol göstermesi açısından büyük önem arz etmektedir. Çünkü her bölgenin sorunlarının ekonomik ve sosyal yönden farklılıklar göstereceği bir gerçektir.